Bir yaz sabahı daha. Gökyüzü mavi, güneş yakıyor. Deniz kıyısında turistler bronz tenlerini güneşe teslim etmiş, içkileri buz gibi. Yan masada biri, "Ne ucuz ülke burası!" diye bağırıyor gülerek. Biz ise market raflarında yağ şişelerinin fiyatına boş boş bakarken, o ucuzluğun kimlere ucuz olduğunu iyi biliyoruz.
Türkiye’de yaşamak, artık başlı başına bir mücadele.
Kira mı ödeyelim, faturaları mı? Emekli maaşıyla mı geçinelim, çocuk okutalım mı? Her sabah erken kalkanın zam yaptığı, her akşam biraz daha fakirleştiğimiz bir ülkenin vatandaşıyız. Bir zamanlar orta sınıfın sembolü olan o “asgari geçim”, artık bir hayal; çünkü asgari yaşam bile lüks.
Ama mesele sadece para değil...
İnsan onurunun zedelenmesi en ağır yoksulluktur.
Bir belediye başkanının halkın oyuyla kazandığı görevinden bir kalemde alınması, bir avukatın mesleğini yaptığı için tutuklanması, bir gazetecinin yalnızca soru sorduğu ya da yazı yazdığı için hapsedilmesi... Bunlar sadece haber değil; her biri, adalet terazisinin tek kefeye kilitlendiğinin kanıtı.
Ormanlarımız yanıyor. Her yıl aynı yerler, aynı kader, aynı ihmal. Ders alınmıyor çünkü sorumlu yok. Sorumlu yok çünkü hesap soran yok. Kül olan sadece ağaçlar değil, umutlarımız da savruluyor o dumanlarla birlikte.
Gençler ülkeden kaçmanın hayalini kuruyor, yaşlılar ise bu topraklarda kalmış olmanın ağırlığını sırtlanıyor.
Bir kuşak göç etmek için, diğeri göçmemiş olmak için üzülüyor.
Ve bütün bu karanlığın içinde bir soru yankılanıyor durmadan:
Ne için yaşıyoruz?
Sadece hayatta kalmak için mi?
Yoksa bir gün gerçekten "yaşamak" için mi?
Kendimizi ait hissettiğimiz, onurumuzun çiğnenmediği, emeğin karşılık bulduğu, ormanların korunduğu, gençlerin kalmak için neden aramadığı bir ülke düşü kurmak hâlâ suç değil.
Ama artık sadece düşte yaşıyor bu ülke.
Ve biz o düşü görmeye devam ettiğimiz için yaşıyoruz belki.
Henüz uyanmadığımız için...
Yorumlar